3 Nisan 2009 Cuma

Eriyen Saatler

Mehmet Tekin

Dehalık ve delilik arasındaki cılız çizgiyi ince bıyıklarında sembolleştiren ressam, heykeltıraş, fotoğrafçı ve daha nicesi... Sanatın bir çok dalında "ben varım" cümleciğini başarıyla söyleyebilen Dali'nin; herkes gibi benimde en ilgimi çeken eserleri resim alanından. Resimlerinden ise bakmaktan en zevk aldığım resmi "belleğin azmi" isimli tablosu... Kimileri ona yumuşak saatlerde diyor, ama ben ona verilen isimlerden en çok "eriyen saatler"i beğeniyorum.

Salvador Dali ve belleğin azmine sevgim ve hayranlığım bir münazara çalışmasıyla başladı. Münazarada konumuz "sanat için zeka önceliklidir" idi. Bu görüş için bir ön çalışma yaparken ansiklopedik bir siteni arama motoruna tezimizi yazdım; sonuçların en üstünde "Salvador Dali" vardı... Bu isme tıkladığımda kedisiyle fotoğraf çekilmiş, ilginç surat ifadeli, ince bıyıklı, Asya ezgilerini taşıyan şatafatlı kıyafetler içinde çok farklı bir adam vardı karşımda. Sayfayı biraz indirip çizdiği resimleri, çektiği fotoğrafları, Walt Disney ile olan çalışmalarını gördükçe ona karşı olan merakım katlanarak arttı.
Resimleri arasında tabii ki de en hoşuma giden "belleğin azmi" olmuştu. Tüm bunlardan sonra Salvador Dali 'den çok onun resmi olan "belleğin azmi" üzerinde düşünmeye başladım. Ne demekti belleğin azmi? Neye karşı azim ediyordu? Tabloyu biraz daha inceleyince saatlerin akıyor gibi olduğunu görmek çok zor olmadı. Demek ki; bu azim, bu direnç akıp giden zamana karşıydı, unutmamak istediklerimize karşı... Neydi peki bu unutmamak istediklerimiz? İhtiyarlaştıkça unutmaktan korktuğumuz bilgiler miydi? Ailemizin, dostlarımızın, sevgilimizin, o aklımızdan hiç çıkmamasını istediğimiz isim ve suretleri miydi? Her şey bir yana; hayatımızın altın sahneleri olan; okumayı öğrenip kırmızı kurdele alışımız, başarılı olduğumuz bir konuda ilk ödül alışımız veya ilk aşık oluşumuz gibi olaylar mıydı yoksa... Belki de yanılıyorum, belki de akıp giden zamanda, "belleğin azmi" unutmamak istediklerimize karşı değil de, unutmaya çalıştıklarımıza karşıydı. Bu düşünceyi aklıma tabloda üç saatten biri olan, ters biçimde duran ve sırt bölgesinden karıncalar çıkan cep saati getirdi. Karıncalar, kötüye kullanılan zamanın, zaman sıfatını istemeyip başka bir bedende zamanı geriye sarmaya çalışmasıydı sanki... Kötülükle geçirdiğimiz, boşa akıtıp ziyan ettiğimiz zamanlar bizden kurtulmaya çalışıyor gibiydiler. Belleğimizse hem bu boşa geçen vaktin acısını unutmak, hem de kötülükle geçen zamanın verdiği pişmanlığı silmek istercesine direniyordu sanki. Tablonun orta kısmında bulunan ve Salvador Dali'nin bundan başka birkaç resminde daha gördüğümüz gözleri kapalı, burundan saç başlangıcına kadar, zamanının yükünü kaldıramamışcasına yere düşmüş profilden bir insan kafası... Kapanmış göz kapaklarındaki kirpiklerin uzunluğu, sanki insanın unutmak istedikleri zamanları unutmaya çalışırken geçen o sıkıcı vakitleri simgeliyordu. Aynı zamanda sanki kirpikler insanın o unutmak istemedikleri hatıraları unutmamak istercesine sonsuzluğa uzanıyor.
Eriyen saatler, tüm bu anlamların dışında, bir şey daha anlatmaya çalışıyordu bence. Çelimsiz bir dal üzerinde eriyip, akan cep saati, zamanının ne kadar hızlı akıp gittiğini bizlere gösteriyordu. Bir uçurumdan aşağıya düşerken tutunup kurtulduğumuz bir dal, bizim için ne kadar önemli ise, yaşamımız da zamanın bu kadar mühim bir olay olması, “yumuşak saatler”, benim ben olduğuma emin olduğum kadar iyi anlatıyor.
Tüm bunları gördükten sonra bu resmi ve Salvador Dali'yi neden bu kadar çok sevdiğimi daha iyi anladım. Çünkü o, resimlerinde bir şey anlatma çabası veriyordu. Hem de anlattığı şeyi herkesten farklı bir şekilde anlatıyordu. Zaten kendinde bulundurduğu Avangart, Sürrealist, Kübist, Dadaist gibi kavramlarda onun ne kadar yetenekli olduğunu kanıtlıyor. En basitinden "Yumuşak Saatler" de bunu görmek mümkün. Bazıları bu resmin güneşte eriyen Cemembert peynirinden bakılarak çizildiğini söyleyebilecek kadar basit düşünse de, bence; eriyen peynirden etkilenerek, zaman gibi zor anlatılabilecek bir olaya harika bir şekilde ruh ve hareket vermiştir. Ben hala böyle düşünen insanlara Salvador Dali'nin bir sözüyle öneride bulunuyor, yazımı burada noktalıyorum; "dahi değilsen bile öyle davran..."

Şekil Hafızası

Gülsüm Çakaralmaz

Literatüre “shape memory” yani şekil hafızası olarak geçen bu buluş, sınırlı sayıda metal bileşkelerin belirli bir sıcaklıkta ısıtıldıklarında daha önceki biçimlenmiş eski şekline geri dönmesidir. Gelecek vaat eden bu buluşun günlük hayatımıza girebilmesi için şimdilik biraz daha zaman var gibi gözüküyor. Ne yazık ki bu buluş, doğada saf halde bulunan metallerde yok. Ancak belirli oranlarda birbirine karıştırılmış alaşımlı metallerin bazılarında görülebiliyor. İlk olarak 1962 yılında Amerikan Deniz Kuvvetlerine bağlı laboratuarda fark edilen metallerin bu müthiş yetenekleri geliştirildiği takdirde insan hayatını çok fazla kolaylaştıracağa benziyor.
Metalin şeklinde kalıcı bir değişikliğin gerçekleştirilmesi, yani ‘hafızası’na yeni bir şeklin nakışlanması isteniyorsa eğer; metalin yeni şekline sokularak 500 °C’nin üzerine kadar ısıtılıp, ondan sonra yavaşça soğutulması gerekiyor. Bu ısıl işlem sırasında, kristal yapıdaki kusurlar, yeni şeklin gerektirdiği konumlara yerleşmelerini sağlayacak enerjiyi bulabiliyor ve oralara yerleşiyorlar, kalıcı olarak. Ve metal yeni bir şekil kazanmış, onu ‘hafızasına kazımış’ oluyor. ‘Şekil hafızası etkisi’ denilen bu olgu, iki yönlü olarak da çalışabiliyor.
Bu metaller geliştirildiği takdirde; eğrilmiş bir otomobil jantını orijinal haline getirmek için belirli bir ısı uygulaması yeterli olacak ya da musluktan akan suyun belirli bir sıcaklığı aşması halinde musluk şekil değiştirerek su akışını durduracak. Ancak bu metallerin çok ufak bir darbeye karşı bile dayanıklı olmaması, şimdilik kullanım alanlarını rafa kaldırıyor. İleride yeterince sağlam ve dayanıklı bir alaşım bulunabilirse akıllı metallerin kullanım alanları insan zekâsının sınırlarıyla yarışacak.
Geçen ay haberlerden Erzurum Büyük Şehir Belediyesi’nin, tarihi Lala Paşa Camii’nin çevresindeki 11 çam, huş ve kestane ağacını kesip yerine ışıklandırılmış metal ağaçlar diktiğini öğrendik. Yetkililer, uzun ve sert geçen kış nedeniyle ağaç yetiştirmenin çok zor olduğu Erzurum’da yaptığı bu davranışın sebebini “Ağaçların kuruduğu ve tarihi eserin görünmesini engellediği için kestik” şeklindeki sözleriyle açıkladı. Dikilen bu metal ağaçların ne işe yaradığı ise merak konusu. Belki de bu metal ağaçlar belirli bir sıcaklıkta eski haline dönebilir diye bir anlık düşünsek de böyle bir şekil hafızasının mümkün olamayacağını anlıyoruz. Bu durumda bu davranışın sebebiyse yetkililerin özgün bakış açısı olsa gerek.
Bir kâğıdı buruşturduğunuzu ya da bir kalemi kırdığınızı düşünün. Ne kadar eski haline döndürülmeye çalışılsa da hiçbir zaman orijinal haline dönemeyecektir. Fakat bu akıllı metaller belirli bir ısı sayesinde eski hallerine dönüyorlar. Bu metaller geliştirildiği takdirde otomotiv, inşaat, güvenlik gibi pek çok alana yayılacağı ve insan hayatını kolaylaştıracağı günler sabırsızlıkla bekleniyor.

BİR SEN VAR


Bir sen var hayatımda, derinlerde,
Bir ben var seni içimde bulamayan.
Bir sen var bana hep gülen,
Bir de ben var gülmeyi bilmeyen.

Bir sen var rüyalarımda,
Bir ben var hiç rüya göremeyen.
Bir sen var elimi tutan,
Bir de ben ellerim ceplerimde.

Bir sen var,
Bir ben.
Bir sen var hep yanımda dolanan,
Bir de ben var hayaletlere hiç inanmayan.
Nurşah Alagöz

Pan Flüt

Nurşah Alagöz

Her aşk aslında efsane değil midir sevenlere... Gerçeküstü, tozpembe gelmez mi bazen? Öyle bir an gelir ki, hazan yaşamak zorunda kalırsın elinde neyin kaldıysa onunla yetinirsin. Yeter ki sevdiğinin suretini, kocaman yüreğini, çığ gibi sevgisini hatırlatsın sana. Bazen de aşkta imkansızlığı öğrenirsin çaresizce. Dalıp gidersin onun yokluğunun yollarında gözlerindeki yaşlarla. Bir mum gibi ışık verirken karanlığa yok olup gidersin sessizce... yavaşça...
Ona ilk dokunuşun heyecanını yaşarsın bir bebeğin oksijeni içine ilk çekişi gibi. Biraz acı olur içinde daha sonra da hayat. Evet acı olur ilk önce. O acıyı yaşarken belki de bir daha dokunamamanın korkusunu da barındırırsın içinde. Gönlün ansızın bir sığınak olur yarım damlı. Yarısı açık yarısı kapalı. Belki de yarısı imkan, yarısı imkansızlık. Aşka renk katan melodiler vardır, ezgiler vardır dinledikçe rahatladığın, huzur bulduğun.
Tanrılar vardır. Aşık olan tanrılar... Bir “Pan Tanrısı” vardır. Yarı insan yarı keçi olarak tasvir edilir. Frigler’e göre, Kırların, çobanların, doğanın tanrısı. Doğayı korumak için ülkesinde dolaşırken güzeller güzeli orman perisiyle Syrinks'le karşılaşır. Aşık olur ona imkansız olacağını bilmeden. Diller döker ama aşkının karşılığını veremez ona Syrinks. Çünkü o yeminli bir peridir. Kendini Tanrıça Artemis’e adamıştır. Artemis ve rahibeleri sonsuza kadar bakire kalmaya ant içmişlerdi.
Syrinks, Pan’dan kurtulamayacağını iyice anlamıştır artık ve bu yüzden ondan kaçar, kısırdöngüsü başlar. Pan kovalar Syrinks kaçar, Syrinks kaçar Pan kovalar.
En sonunda bir pınarın kenarında tam onu yakalayıp sarılmak ister, ilk dokunuşun heyecanıyla... Bunun üzerine Syrinks, kendisini su kamışı bitkisine çevirir. Pan sadece elindeki kamışlarla kalır çaresizce. Fakat birden bu ortamı hüzünlü ve tatlı bir melodi sarar. Pan sesin elindekilerden geldiğini anlar. Syrinks’in onuruna ve ona olan aşkı için bari bu şekilde benim ol diyerek; 7 kamış keser ve bunları balmumuyla yanyana yapıştırarak güzel melodili Syrinks adını verdiği müzik aletini icat eder.

Kediyle Bir Gün ; Her Gün…

Sevda Tuğçe Turan


Kediler sevimli bir o kadar da nankördürler. Yalnızlığımızın gidericileri rollerini üstlenirler çoğu zaman. Sadece kendi varlıklarına önem verirler, başkalarının duygularına ilgi göstermezler ve hep ön planda olmayı isterler.
İşte kediler bu narsist özellikleriyle bizi aslında yalnızlıktan çekip alırlar. Kedilerin tüm özelliklerini Pamuk ile geçirdiğim sadece bir günle şöyle anlatabilirim:
‘Miyav!’ sesleri geliyor içerden. Yine bir pazar sabahı ve yine kedim Pamuk’un sütünü verme zamanı. Annesi 4 ay oldu öleli; hala onu istercesine mivaylıyor benim kedim.
Dışarı hava almaya gidelim de biraz yalnızlığı geçsin; insanlara maviş gözleriyle bakarken. Sırnaşsın herkese de annesini sorar gözlerle bakmasın bana bir daha.
Sütü döküldü bunları düşünürken; hemen yanıma geldi yine miyavlayarak. Sonra da çekti gitti; yine üstünde nankörlüğü bu sabah. Başka bir kaba koydum sütünü, salona gittim ; yok! Nerdesin yine Pamuk’um? Bir de baktım beyaz koltuğumun üzerinde yayılmış oturuyor. Ayağına istiyor sütünü belli. Narsist düşüncelere kapılmış yine. Götürdük ayağına sütünü mecbur; n’aparsın yalnız kalmaktansa isteğini yapmak zorundasın ; yoksa bırakıp gider seni. O sütünü biraz yudumladıktan sonra şöminenin önüne gitti ve o sıcacık yerde uyuyuverdi.
Kitap okumaya başladım; ama birkaç dakika sonra tekrar hareket etmeye başladı. Ne istediğini anladım;yanına gidip onun o beyaz yumuşacık tüylerini okşamamı istiyor yine.
Akşam oldu; artık uyuma vakti geldi. Yine yanımda; neymiş, birlikte uyuyacakmışız. ‘Tamam!’ dedim Pamuk’uma. ‘Sen de yalnız ben de yalnız ; hadi uyuyalım ; bu ev ve dünya bize kalmış!..’

Kayıp Çocuklar Şehri

Aslıhan Güzeller

Yönetmenliğini Jean-Pierre Jeunet ve Marc Caro’nun yaptığı orijinal adı ‘’La Cité des Enfants Perdus’’ olan Fransız yapımı film fantastik bilim kurgu sevenler için gerçekten izlenmesi gereken bir film…
Filmin konusu ise kısacası şöyle, açık denizde bir platform üzerinde kendine garip bir dünya kuran çılgın bilim adamı Krank, rüya göremediği için yaşlanmaktadır. Çareyi çocukların mutlu rüyalarını çalmakta bulur. Bu sayede hem yaşlanmayacak hem de içinde bulunduğu ruhsal çöküntüden kurtulacaktır. Geliştirdiği rüya makinesini şehrin çocuklarını kaçırarak onlar üzerinde dener. Kendisi gibi klon, birbirinin aynısı 6 kardeş, anneleri ve akvaryumda bir beyin ona amacına ulaşması için yardım etmektedir. Ancak bir gün kasabadaki balıkçılardan One’ın küçük kardeşinin bu adam tarafından kaçırılmasıyla One olaylara karışır. One, küçük bir kızın da yardımıyla kaçırılan kardeşini kurtarmak için Krank’ın korkunç laboratuarına sızmayı başarır.
Film inanılmaz bir atmosfere sahip ve izleyeni de daha başından büyülüyor. Aslında filmin değinilecek noktası o kadar çok ki her sahnesi, karakterleri, hikayesi, görselliği, mekanları... Filmdeki İkiz kadınların müzik kutusunu çaldığı sahneler ve pirelerin ilginç saldırıları, ikizlerin yemek yapma sahneleri çok yaratıcı bir o kadarda etkileyici bir bütünlüğe sahip. Kıyafet tasarımının çok ilginç ve büyüleyici olduğu ve çok özen gösterildiği gözlerden kaçmayacak ayrıntılar arasında yer alıyor. Filmde renkler, fon, görsellik ve muhteşem masalsı anlatım insanı sürüklemeyecek gibi değil.
Başrolde oynayan Ron Perlman (One), muhteşem oyunculuyla dikkatleri üzerinde topluyor. Müzikler ise Angelo Badalamenti tarafından filmi daha gizemli hale getirmiş. Özellikle bazı sahnelerde müzik insanın ruhuna işler nitelikte ve filmin atmosferine daha çok kapılmayı sağlamıştır. 3 gözlü olan yaratık ise bir sahnede kendi ölümünü izlemiş ve bu filme çok farklı bir bakış açısı getirmiştir. Film içinde birçok olay birbirine öyle güzel bir şekilde bağlanmıştır ki hiçbir kopukluk hissetmeden filmi bütünüyle anlaşılır hale getirmiştir.
Filmin bir eksi yanı ise çoğunlukla ilk izlenişte anlaşılamamasıdır. 2 hatta belki 3 kere seyredilmesi gerekebilir. Ama hiçbirinde sıkılmayacak ve tekrar tekrar izlemek isteyeceksiniz.

Babil Kulesi ve Asma Bahçeleri

Rojda Epözdemir


İnsanoğlu ki Tanrıya ulaşmak için ebedi sonsuzluk yoluna dahi razı olur... İşte bu denli arzular Tanrıya ulaşmayı... Zamanımızdan yaklaşık beş bin yıl önce Tanrı Marduka’ya ulaşabilmek amacı ile Babil Kralı Nebuchandnezzar tarafından dünyanın yedinci harikası olarak tanılan Babil Kulesi yaptırılmıştır. Musevilerin kutsal kitabı olan Tevrat'ta bu kulenin yapılmasının Tanrı’ya yönelik bir saygısızlık olduğu ileri sürülmektedir. Çünkü bu kulenin yapılma amacının insanoğlunun gökyüzüne egemen olma isteğinden doğduğu düşünülmektedir. Tevrat'taki Tekvin bölümündeki bilgiye göre Tanrı Marduka kendisine yapılan bu saygısızlığa karşı kule yapımında çalışan kişilerin birbirleriyle anlaşmasını engeller, kişileri farklı dillerde konuşturur ve onları dünyanın çeşitli bölgelerine yollar. Böylelikle kulenin yapım süresi uzamış olur. Aslında Babil Kulesi'nin yapımında, çeşitli yerlerden tutsak alınmış ve farklı dillerde konuşan köleler çalıştığından, kulenin yapım süresinin uzaması gayet doğaldı. Bu düşünce dini kökenli açıklamalara göre çok daha gerçekçi olmakla birlikte bizi Tevrat’ta öne sürülen bilgileri tamamen yanlış olduğu sonucuna götürmez.
Bu ihtişamlı kule için ileri sürülen rivayetler sadece bununla sınırlı değildir. Yine bir rivayete göre yedi kattan oluşan bu kulenin son katında bir heykel bulunmaktadır. Dört gözlü,dört kulaklı olan bu heykel gök ve ışık Tanrısı olan Marduka'yı temsil etmektedir. Tanrı Marduka'nın dudakları oynadıkça ağzından ateş püskürür.
Yedi kattan oluşan bu kulenin yüksekliği doksan metredir. Kulenin birinci katının yüksekliği otuz üç, ikinci katının on sekiz, öteki katların sırasıyla altı, altı, altı, altı ve on beş metredir. Birinci kat taşı, ikinci kat ateşi, üçüncü kat bitkileri, dördüncü kat hayvanları, beşinci kat insanları, altıncı kat gökyüzünü ve yedinci kat da melekleri sembolize eder ve bir insan ancak bütün bunları öğrenip anladıktan sonra yani yedi basamağı sırayla çıktıktan sonra Tanrıya ulaşabilir. Ayrıca kulenin çevresinde rahip sarayları, ambarlar, konuk odaları ve Tanrı Marduka için tapınaklar yaptırılmıştır.
M.Ö. 479'da Babil'i fetheden Pers kralı Xerkes kuleyi yıktırmış sonra da kule tekrar onarılmamıştır. Yalnız, Büyük İskender Babil'e geldiğinde harap haldeki kuleye hayran kalmış ve onu eski haline getirmeye karar vermiştir. Bu sebeple on bin kişiyi iki ay boyunca çalıştırarak molozları temizletir. Fakat Büyük İskender ölünce kulenin onarımından vazgeçilmiştir.Bununla birlikte bazı tarihçiler kulenin yıkılışını Tanrı'nın öfkesine bağlarken bazıları ise sel tarafından yıkıldığını savunurlar...
Bazılarına göre dünyanın ikinci harikası olarak kabul edilen Babil'in Asma Bahçeleri İ.Ö 600 yıllarında yine Babil Kralı Nebuchadnezzar tarafından yaptırılır. Medes Kralı ile ittifak kurmayı amaçlayan Nebuchadnezzar, Medes Kralının kızı ile evlenir. Kraliçe Babil topraklarına geldiğinde ülkesini çok özler çünkü kendi anavatanı yemyeşil ovalar ve dağlarla kaplıdır. Bunun üzerine Kral Nebuchadnezzar sıla hasreti çeken karısı için, Babil'in Asma Bahçeleri’ni yaptırır. Görkemini yıllar boyu sürdüren asma bahçelerini, Tarihçi Diodorus Siculuz şöyle anlatmıştır: “Bahçenin yamacına yaklaştığınızda, yapının kat kat yükseldiğini görüyorsunuz... Dev bitki yığınları, büyük ve kalın ağaçlar öylesine cazibeli ki, bakanları büyülüyor. Nehirden gelen bol suyu aletler yükseltiyor; ve dışarıdan bunları göremiyorsunuz.” Bu kadar güzel olan asma bahçelerindeki bitkilerin sulanması önemli bir problemdi çünkü Babil suyu az olan bir kentti. Bu nedenle Asma Bahçelerinde bulunan dev bitkilerin sulanmasında Fırat nehrindeki su kullanılıyordu. Bu taşıma sisteminde ise o dönemin köleleri çalıştırılmıştır. Mezopotamya ovasında taş bulmak ve taşımak da çok güç bir işti, bundan dolayı Babil´deki tüm mimaride tuğla kullanılıyordu. Tuğlalar, kil ve saman karıştırılarak yapılıyor sonra güneşte pişiriliyordu. Tuğlaların aralarında harç niyetine inceltilmeş katran veya zift konuyordu, bu da bize petrol akıntılarının o dönemde de Mezopotamya´da bulunduğunu gösteriyor. Yapay dağların bulunduğu, içerisinde kayıkların yüzdüğü, rengarenk büyüleyici çiçeklerin yetiştirildiği bu bahçenin yüksekliğinin iki buçuk metre, genişliğinin on iki metre ve uzunluğunun da on iki metre olduğu söylenmektedir.
Kralın hasta olan eşi ıÜüAmyitis için yaptırdığı bu muhteşem bahçe gerçekten de kraliçeyi mutlu etmeye yetmiş midir? İnsan emeğinin sömürüsü ile yapılan bu bahçe tüm ihtişamına rağmen kraliçenin ülke özlemini giderememiştir ki kraliçe yemekten ve içmekten kesilerek ölmüştür. Asma Bahçelerle ilgili yapılan tüm tarihi araştırmalarda romantizm ön planda tutulmuş ve onca insanın emeği görmezlikten gelinmiştir. Yani emek romantizmin gölgesinde kalmıştır... Acaba Babil Kulesi ve Asma Bahçeleri Tanrıya ulaşma ve bir eşi mutlu etme aşkının eseri miydi yoksa insan emeğinin mi?

“Mavi” Renkte Kelebeğim…

Güldal Sönmezler

Hiç kelebek olmayı düşündünüz mü? Ben düşündüm. Olabildiğince özgür olarak yeryüzüne üstten bakmayı isterdim aslında. Önümde ne bir engel olurdu ne de beni yolumdan döndürecek bir şey. İki günlük ömrümü yaşardım doyasıya. Bana verilen ne bir görev olurdu ne de bir sınır. Kimse bana karışamaz, beni yönetemezdi. Hayatın o kötü yönleriyle tanışmazdım hiç. Canım yanmazdı arkama dönüp baktığımda. Çünkü önümde daha çok yol vardı. Özler miydim acaba doğduğum yeri? Pişman olur muydum insan olamamaktan? Sanmıyorum. Herkesin yıllardır uğraşıp hala tam olarak elde edemediği bir şeye sahip olurdum sonuçta: ‘‘Özgürlüğe’’.
1982’de ‘‘Hadi Çaman-7 Tepe Oyuncuları’’ tiyatrosunun sahneledikleri ilk eser ‘‘Kelebekler Özgürdür’’ uzun yıllar gündemde kalmayı sürdürmüştür. ‘‘Kelebekler Özgürdür’’eseri bambaşka bir şeymiş Hadi Çaman için. Kendisini öylesine kaptırırmış ki rolüne, gerçek bir kelebek gibi düşünürmüşsünüz Çaman’ı. Uğruna eserler yapılıyor ve insanlar bundan hoşlanıyorsa o zaman gerçekten özgürdür kelebekler .
Göz aydınlatıcı renkleri ve uçuşlarıyla hayatımıza renk katan kelebekler hepimiz için hoştur aslında. Ben şuana kadar kelebek görünce gülümsemeyen yada korkan birini görmedim. Siyah renkte olanları bile güzeldir. Dışı her ne kadar siyah olsa da içi cıvıl cıvıldır aslında.Yanımdan geçen her kelebek bir daire çizer etrafımda. Sanki bir şey anlatmaya çalışır.
O güzel kanatlarını çırparken içim bir hoş olur aslında. Bir derdim varsa unuturum o anlığına. Bazıları inanmasa da benim hayallerimde, bir şarkı dizesinde yada bir şairin dizesinde özgürdür kelebekler.
Herkes kelebekler kadar özgür olsun. Dertsiz, sıkıntısız, aşk acısız, aldatmasız olsun. Unutun bir defalık bütün o can sıkıcı şeyleri. Hayalinizde de olsa dertsiz, tasasız, umutlu olun. Sıkmayın kendinizi. Onca yılınızdan bir saniyenizi tamamiyle mutlu olmak için kendinize ayırın.
Gece olunca çöken karanlığa güneş siz olun. Yalnız başına olsanız da karanlıkta yüksekten ışığınızla uçun. Olanca gücünüzle amacınız için yürüyün. Olmak istediğiniz renkte “kelebek” olun.

SEN GİTTİN

Gidince sen
ölüme yakın hastalar gibi kaldım,
ummadığım kadar derin
bir sızı bırakarak kalbimde
Sen gittin
bir varmış bir yokmuş aşk
bir yere gittin, uzak
dönülmez
gözlerimi yumdum,
kulaklarımı kapadım
ellerimi uzattım
gitme diye..
Sen gittin
yapayalnız bırakarak
hayatı...

Güldal Sönmezler

İlk Gözlük

Beste Seda Kaya

Tarih boyunca tüm insanlarda görme kusuru olmuştur. 13. Yüzyılda gözlük ortaya çıkıncaya kadar gerek doğuştan gerekse sonradan göz bozukluğu olan insanlar, ömürlerini böyle geçirmeye, iş yapamamaya hatta evden dışarı çıkmamaya mahkumdular.
Gözlüğün ana malzemesi olan camın tarihi 4500 yıl evveline kadar gitmektedir. Antik dünya insanlarının optik hakkında bilgileri olduğu, camın belirli bir formunun cisimleri büyüttüğünü fark ettikleri bilinmektedir. Hatta milattan önce l000 yıllarına ait, büyüteç olarak kullanılmış cam örneklerine Girit'teki kazılarda rastlanılmıştır. Ancak büyütecin cam haline gelmesi çok zaman almıştır.
Gözlüğü ilk bulan kişinin kim olduğu bilinmektedir. İnsanlık tarihinin büyük teşekkür borçlu olduğu, bu parlak buluşu gerçekleştiren kişinin kim olduğu bütün araştırmalara rağmen hala sırrını korumaktadır. Bu kişinin 1250 veya 1280 yıllarında Venedik'te yaşamış olması büyük bir olasılıktır, çünkü 13. Yüzyılda, Ortaçağda Venedik, İtalya'da cam üretimiyle ünlü olan bir yerdir.
İlk gözlüklerin mercekleri konveks, yani dışbükeydi ve sadece yakını görme problemi olanların işlerine yarıyordu. Uzağı görme sorunu olanların derdine çare olacak konkav (içbükey) merceklerin üretilmesi için yüzyıl geçmesi gerekecekti. Gözlüğün tarih içindeki gelişmesi oldukça yavaştır.
Uzağı görme sorununu yani miyopluğu düzeltecek merceklerin ancak 15. yüzyılda yapılabilmesinin sebebi o tarihlerde, gözlüğün daha çok yakını okuma amaçlı kullanılması, uzağı görememenin o kadar önemsenmemesi ve içbükey merceklerin imalinin daha zor ve pahalı olmalarıydı.
Gözlük icat edildikten ancak 350 yıl sonra düşmeden yüzün ortasına tutturulabildi.Bu gözlük tarihindeki en son ve önemli buluştur. Edward Scarlett 1730'da Londra'da sabit gözlük sapını icat etti. Saplar kafaya göre ayarlanabildiği için gözlük burun üzerine daha az ağırlık yapıyor, düşme tehlikesi de önlenmiş oluyordu.
Matbaanın icadından, basılan kitap ve gazete sayısının artmasından sonra gözlük lüks olmaktan çıkıp tam bir ihtiyaç olmuştur.
14. Yüzyıl ortalarında İtalyanlar gözlük camlarına belki şekillerindeki benzerlikten dolayı 'mercimek' anlamında 'lenticchie' adını vermişlerdir. İngilizcesi de 'lentis' olan mercimek, yaklaşık iki yüzyıl gözlük camı anlamında da kullanılmıştır. Günümüzde kullanılan 'lens' adının kökeni de bu sebeple mercimeğe dayanmaktadır.
İlk gözlükçü dükkanı 1783'de Philadelphia'da açılmıştır. Francis Mc Allister dükkanında gözlükleri bir sepetin içine yığıyor, müşteriler de bunları tek tek deneyerek gözlerine uygun geleni alıyorlardı.
İlk güneş gözlüklerinin 1430'lu yıllarda Çinliler tarafından kullanılmıştır. Ateşte dumanın isi ile kararttıkları gözlükler görme kusurlarını düzeltmek için değildi. Sanılacağı gibi Güneş'ten korunmak için de değildi. Çinliler başta mahkemeler olmak üzere bir çok yerde gözleri görünmesin, düşünceleri göz ifadelerinden belli olmasın diye bu koyu renkli gözlükleri takıyorlardı. Daha sonraları İtalya'dan Çin'e numaralı gözlükler de getirildi ama Çinliler onların da çoğunu iste kararttılar. Böylece güneş gözlüğü de ortaya çıkmış oldu.

Kitabın Tarihi / 42 Satır

Ezgi BAŞARIR

Hayatımıza ister istemez her türlü yön veren, eğiten - düşündüren, ağlatan –güldüren, bizi geleceğe, hayata hazırlayan şu kitaplar az yollardan geçmemiş hani…
Günümüzdeki halini alması için yüzyıllar gerekmiş. Şöyle ki; ilk olarak M.Ö. 2500’lü yıllara dayanır en eski kitaplar… Mısırlıların kullandığı papirüs kâğıtları ilk kaynağı oluşturur. Eski Mısırlılar, etkinliklerini, dinsel inançlarını ve tarihlerini bu rulolarda saklamışlar yıllarca. Sonraki kuşaklar da bu tarihi, kitapları okuyarak öğrenmişler.
İlk kitap basımı ise M.Ö. kâğıdı bulan Çinliler tarafından gerçekleşmiştir. 7. yüzyılda tahta kalıplarla blok kitap, 8–9. yy.da ise kâğıt üstüne baskı tekniği geliştirilmiştir. Kuyumcu Alman Johann Gutenberg, basımevini bulmuştur. Tekniğine göre, alfabedeki her harfin madenden kalıplarının yapılması, bu kalıplarla harfler elde edilmesi, harflerle yazı yazılması ve basılması gerekiyordu. 1445’te Mainz’ta 42 satırlık ilk İncil, bu teknikle basıldı. İşte buydu gerçek anlamda yayınlanan ilk kitap. Arkasından basılan 36 satırlık Türk Takvimiyle de devam etti serüven… Evet; gelişerek, yenilenerek, çoğalarak günümüze kadar geldi ve hala da tüm hızıyla devam ediyor bu serüven. Bir kitap; her gün yeni değişimlere olanak yaratıp, yeni bir çığır açmaya devam ediyor. İşin gizemi, kitapları iyi değerlendirebilmek, kendimize gerekli payı, çıkarabilmekte saklı.

2 Nisan 2009 Perşembe

Aşkın Orpheus Hali

Tuğçe Işıksalan

Mit, geleneksel olarak yayılan veya toplumun hayal gücü etkisiyle biçim değiştiren, alegorik bir anlatımı olan halk hikayesi demektir. Mitoloji ise bunları anlamlandıran, yorumlayan, inceleyen bilime denir. Nedense biz en güzelleri, en imkansızları, en güçlü aşkları, nefretleri, kısacası “en”leri hep mitolojik olaylarda görürüz. Çünkü hep yaşamak istediğimiz ama yaşayamadığımız aşklardır onlarınki. Bize uzak gelir. Onlardan biriyle tanışmak ister misiniz?
Yunan mitolojisinde geçen, çok dokunaklı bir hikayesi olan güzel sesli ozan Orpheus, çok sevdiği karısı Eurydike’nin bir yılan sokması sonucu ölmesiyle büyük bir üzüntüye girer. Kendisini hayata bağlayan her şeyi bırakır. Sonunda yer altı tanrısı Hades’in yanına gider. Onun bu haline acıyan yer altı tanrısı Hades, ona Eurydike’yi geri vereceğini söyler, ama bir şartı vardır. Orpheus önde, karısı arkada yeryüzüne çıkacaklardır ve Orpheus karısı yeryüzüne tamamen çıkana kadar dönüp de arkasına bakmayacaktır. Orpheus, karısını ölümden geri getirmenin sevinciyle ve arkasında onun varlığını bilerek, yeryüzüne doğru yürür. Kendisi aydınlığa çıktığı anda dayanamaz, karısının da çıktığını düşünerek arkasına dönüp bakar. Eurydike karanlıkta bir silüet halinde belirir ve Hades’in karanlıklarına döner. Bir daha da geri gelmez.
Orpheus, üzüntü içerisinde, elinde arpıyla oradan oraya dolaşır. Bir gün Dionysos’un şarapla çıldırttığı Maenadlara rastlar. Maenadlar, Orpheus’u öldürürler ve kafasını Okeanos ırmağına atarlar.
Aşkla, aşkına duyulan özlemle, bir saniye bile dizginlenemeyen kavuşma arzusuyla yoğrulmuş bir öykü. Sonu trajik. Genelde Yunan Mitolojisi’nden duymaya alıştığımız ve çoğu zaman günümüzdeki aşklarla kıyasladığımız türden.
Postmodern dünyamızda Orpheus’ların sayısının giderek azaldığını hatta neslinin tükendiğini bile söyleyebiliriz. Çünkü günümüz aşları birçok şey gibi eski orijinalliğini yitirmiş durumda. Dünyadaki insan sayısının fazlalığından mıdır bilinmez, biten bir ilişkinin yerini yeni bir ilişkinin alması an meselesi oluveriyor. İki bedende tek ruh taşıyan, adına “aşk” denilen ama hala tarifi yapılamayan bu duyguyu paylaşan insanlar bile bugün bir şeyler biterken, eskisi kadar sancılı acılar çekmiyorlar. Hatta şarkılar bile geçmiştekiler kadar özlemi, pişmanlığı, acıyı, aşkı haykırmıyor. Her dize, her ezgi “pop” kavramı altında ezilip duruyor ve bir bakıyorsunuz bu dizeleri mırıldanıyoruz. Bir süre sonra bu şarkıların olmayan kalıcılığı gibi o aşklarda beynimizden göçüp gidiyorlar. Hangisi “Can’t take my eyes”, “Everything I do” kadar yıllarca klasik olmuş ve olmaya da devam edecek şarkılardan olabilir ki!.. Tıpkı geçmişteki aşklar gibi... Şimdi bırakın Ferhat’ın Şirin için dağları delmesini, insanlar ufak bir tartışmada bile özür dilemekten aciz.
Kadına yönelik fiziksel ve psikolojik şiddetin, çocuk istismarlarının büyük ölçüde arttığını, cinayet, cinnet gibi olayların gazete sayfalarını doldurduğunu görüyoruz. Bırakın aşkı, insanlık sevgisizliğe, vurdum duymazlığa, öfkeye, mutsuzluğa doğru bir uçurumun kenarında. İhtiyaç duyulan tek şey de biraz daha "geçmiş"... Çünkü bayramlar bile eskisi gibi değil, sokaklardaki çocuklar bile eskisi kadar gülmüyor, insanlar her an ölebilirim korkusuyla istediği yere gidip gezemiyor ya da gençlik geleceğe mutlu bir ufukmuş gibi değil koca bir kara delikmiş gibi bakıyor.
Sonuç olarak, insanlık tercihlerini sevgiden yana kullanmalı. Kaybettiği herhangi bir şey için sırtını dönüp gitmek yerine durup biraz düşünmeli. Aşka, insana, doğaya, adalete değer vermeli. Daha mutlu bir hayat için, daha aydınlık bir dünya için...

Lykeion = Lise

Lykeion (grekçe: Λύκειον, Lykeion; latince: Lyceum,)
Aristoteles; M.Ö. 340'ta Büyük İskender'in yanından Atina’ya döndüğünde Akademia'nın başına getirilmemesi üzerine, şehrin yakınında kendi okulu olan Lykeion’u kurdu. Atina'da şehir merkezine fazla uzak olmayan bir mesire yerinin adı olan Lykeion Aristo'nun ilk derslerini burada vermesi üzerine okulun adı olarak anılmaya başlanmıştır. “Kutsal orman” anlamına gelen Lykeion aynı zaman da Tanrı Apollon'un sıfatlarından biridir ve kurtlardan koruyan anlamına da gelir. Lykeion; bilinen ilk lise olarak kabul edildiği gibi bu günkü “lise” kelimesinin de atasıdır.



(Resim: Aristotle's School, by Gustav Adolph Spangenberg)